E-ISSN: 2587-0351 | ISSN: 1300-2694
Van Medical Journal - Van Med J: 30 (4)
Volume: 30  Issue: 4 - 2023
1.Cover

Pages I - III

ORIGINAL ARTICLE
2.Relationship Between Pica and Laboratory Values in Patients with Iron Deficiency
Muhammet Özbilen, Samet Yeşil, Esra Demir
doi: 10.5505/vtd.2023.32548  Pages 314 - 320
GİRİŞ ve AMAÇ: Pika, demir eksikliğinin semptomlarından biridir ve durumu daha da kötüleştiren bir patolojidir. Bu çalışmada, demir eksikliği olan hastalarda pika ile ilişkili biyobelirteçleri tanımlamayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya Nisan 2021-Ağustos 2022 tarihleri arasında demir eksikliği kliniğine başvuran kadınlar dahil edildi. Temel demir eksikliği dahil etme kriteri ferritin <30 ug/L idi. Hastaların demografileri, hemogramları, demir parametreleri, c-reaktif protein seviyeleri ve pika varlığı ve türleri kaydedildi. Verileri analiz etmek için bağımsız örneklem testi ve lojistik regresyon testleri kullanılmıştır.
BULGULAR: Çalışmanın uygunluk şartlarını karşılayan toplam 381 hasta vardı (ortalama yaş 38.67+10.10). Elli üç (%13,9) hastada pika tanımlamıştır. Üç yüz seksen bir hastanın 104'ünde (%27,3) non-anemik demir eksikliği, 277'sinde (%72,7) anemi vardı. Non-anemik demir eksikliği olan bireylerin 9'unda (%8,7) ve demir eksikliği anemisi olan hastaların 44'ünde (%15,9) pika saptandı. Pika alt tipleri arasında en sık geofaji (%39,6) ve pagofaji (%28,2) görülmüştür. Laboratuvar değerlerinden demir bağlama kapasitesi (UIBC), toplam demir bağlama kapasitesi (TIBC) ve transferrin satürasyonu pika olan ve olmayan gruplar arasında anlamlı farklılıklar gösterdi (sırasıyla p=0.029, p=0.045 ve p=0.030). Tek değişkenli lojistik regresyonda ise yalnızca UIBC ile TIBC anlamlı bulunmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Yüksek UIBC ve TIBC değerleri ile transferrin satürasyonu düşüklüğü demir eksikliği olan hastalarda pika ile ilişkili görünmektedir.
INTRODUCTION: Pica is one of the symptoms of iron deficiency and a pathology that exacerbates the condition. In this study, we sought to identify the biomarkers associated with pica in iron-deficient patients.
METHODS: The study included female iron deficient clinic applicants from April 2021 to August 2022. The main iron deficit inclusion criterion was ferritin <30 ug/L. Patients' demographics, hemograms, iron parameters, c-reactive protein levels, and presence and types of pica were recorded. Independent sample tests and logistic regression tests were used to analyze the data.
RESULTS: There were a total of 381 patients who met the study's eligibility requirements (mean age 38.67+10.10). Fifty-three (13.9%) patients described pica. One hundred four of 381 patients (27.3%) showed non-anemic iron deficiency, while 277 (72.7%) had anemia. Pica was found in 9 (8.7%) non-anemic iron deficient individuals and 44 (15.9%) iron deficiency anemia patients. Pica subtypes geophagia (39.6%) and pagophagia (28.2%) were most common. Among the laboratory values, unsaturated iron binding capacity (UIBC), total iron binding capacity (TIBC) and transferrin saturation differed significantly between groups with and without pica (p=0.029, p=0.045 and, p=0.030, respectively). UIBC and TIBC were significant again with univariate logistic regression.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Elevated UIBC and TIBC values and decreased transferrin saturation appear to be associated with pica in iron-deficient patients.

3.The Effect of Glucosamine, Hyaluronic acid, Methyl Sulfomethane(MSM), Chondroitin sulfate, and Type 2 Collagen Treatment on Facet Joint Syndrome
Abdulsamet Emet, Yunus Demirtaş
doi: 10.5505/vtd.2023.15146  Pages 321 - 326
GİRİŞ ve AMAÇ: Faset eklem sendromu, sakatlığa ve iş gücü kaybına yol açabilen bel ağrısının önemli sebeplerinden bir tanesidir. Lomber faset eklem sendromu yaygınlığı ise %5-90 arasında değişmektedir. Bu çalışmada lomber faset eklemin sendromunun tedavisinde kombine nütrisyon tedavisinin etkisi araştırıldı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Lomber faset eklem sendromu tanısı ile Kasım 2022-Ocak 2023 tarihleri ​​arasında en az 3 ay kombine tedavi alan 25-50 yaş arası toplam 28 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların Manyetik Rezonans Görüntüleri (MRG) değerlendirilerek Evre 1-2 hastalar çalışmaya dahil edildi. Hastalar son kontrollerine çağırılarak tedavi öncesi ve sonrası VAS skorları ve Roland-Morris skorları değerlendirilerek karşılaştırıldı.
BULGULAR: Çalışmaya dahil edilen toplam 28 hastanın 15'i erkek, 13'ü kadındı. Erkek hastaların yaş ortalaması 39,9±1,5, kadın hastaların yaş ortalaması 42,6±1 idi. Tüm hastaların ortalama VAS skoru tedavi öncesi 7,7±0,8, tedavi sonrası 2,60±0,8 idi. Tedavi öncesi ve sonrası tüm hastaların ortalama VAS skorları karşılaştırıldığında anlamlı fark bulundu (p=0.000). Tüm hastaların tedavi öncesi ortalama Roland-Morris(RM) skoru 18,7±2, tedavi sonrası 4,6±2,8 idi. Tedavi öncesi ve sonrası tüm hastaların RM skorları karşılaştırıldığında anlamlı fark bulundu (p=0.000).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Lomber faset eklem sendromu tedavisinde kombine destek tedavileri etkin olarak gözükmektedir.
INTRODUCTION: Facet joint syndrome is one of the leading causes of low back pain, which can result in disability and loss of workforce. In this study, the effect of combined nutrition therapy in the treatment of lumbar facet joint syndrome was investigated.
METHODS: A total of 28 patients aged 25-50 years, who received combined treatment for at least 3 months with the diagnosis of lumbar facet joint syndrome after evaluation of MRI, were included in the study. Patients were invited to their last check-up and their pre-and post-treatment VAS scores and Roland-Morris scores were evaluated and compared.
RESULTS: Of the total 28 patients included in the study, 15 were male and 13 were female. The mean age of male patients was 39.9±1.5 and the mean age of female patients was 42.6±1. The mean VAS score of all patients was 7.7±0.8 before treatment and 2.60±0.8 after treatment. A significant difference was found when the mean VAS scores of all patients were compared before and after treatment (p=0.000). The mean pre-treatment Roland-Morris(RM) score of all patients was 18.7±2 and it was 4.6±2.8 after treatment. A significant difference was found when the RM score of all patients was compared before and after treatment (p=0.000).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Combined supportive therapies seem to be effective in the treatment of lumbar facet joint syndrome.

4.A Practical and Safe Parameter for Determining Gestational Age: Transverse Cerebellar Diameter
Muhammed Alpaslan
doi: 10.5505/vtd.2023.62547  Pages 327 - 331
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmamızda transvers serebellar çapın(TCD) Fetal gestasyonel yaş tayininde güvenli ve pratik bir yöntem olarak kullanılabilirliğini araştırdık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Hastanemize başvuran ve 18-25 hafta arasında olan gebelerde transabdominal obstetrik ultrasonografi değerlendirmesinde gestasyonel yaş tespit edilirken son adet tarihi(SAT),biparietal çap(BPD) ve femur uzunluğu(FL) yanında transvers serebellar çap ölçümü yapıldı.TCD'nin milimetre cinsinden ölçülen değerleri SAT,BPD ve FL ile istatistiksel olarak karşılaştırıldı.
BULGULAR: Çalışmamız 114 gebe üzerinden yapıldı. Yaş ortalaması 27(±5-17) olup gebelerin yaklaşık % 54’ü 21-22 haftalar arasındaydı. Transabdominal ultrasonografide TCD’nin milimetre cinsinden değeri gestasyonel yaşı göstermede 18-25 haftalarda SAT(r=0.916, p<0.001), BPD(r=0.939, p<0.001) ve FL(r=0.880, p<0.001) ile kuvvetli pozitif korelasyon göstermekteydi. Gebelik haftası arttıkça TCD de artmaktaydı. Ayrıca TCD’nin milimetre cinsinden değeri özellikle BPD ile karşılaştırıldığında tüm hastalar arasında yaklaşık %80 oranında gestasyonel yaş ile aynı değerdeydi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Gebelerde özellikle 18-25 haftalarda Obstetrik ultrasonografide fetusun genel sağlığı değerlendirilirken gestasyonel yaş tesbitinde kullanılan SAT, BPD ve FL gibi parametrelere ek olarak TCD ölçümü de güvenle kullanılabilir.
INTRODUCTION: We aimed to investigate the role of transcerebellar diameter (TCD) on obstetric ultrasound for calculating the fetal gestational age
METHODS: The women with a pregnancy of 18-25 weeks (according to date of the last menstrual period(LMP)) who underwent a obstetric ultrasound were included in the study. The biparietal diameter (BPD), femur lenght (FL) and trans-cerebellar diameter (TCD) were calculated and their correlation with the getastional age were examined with statistical analysis.
RESULTS: Our study was conducted on 114 pregnant women. The mean age was 27 (±5-17) and approximately 54% of them were between 21-22 weeks. The value of TCD in millimeters in transabdominal ultrasonography showed a strong positive correlation with LMP(r=0.916, p<0.001), BPD(r=0.939, p<0.001) and FL(r=0.880, p<0.001) at 18-25 weeks in indicating gestational age. As the gestational age increased, TCD also increased. In addition, the value of TCD in millimeters was the same as the gestational age in approximately 80% of all patients, especially when compared with BPD.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Because TCD calculation on obstetric ultrasound between 18-25 week of gestation is a safe and easy method for evaluating the general condition of fetüs, it may be added to BPD, FL calculation in the routine practise.

5.The Genotype of Hepatitis C Distribution in Van and Evaluation of the predicted Risks For Transmission
Dilek Bulut, Merve Sefa Sayar
doi: 10.5505/vtd.2023.03592  Pages 332 - 338
GİRİŞ ve AMAÇ: Hepatit C virüsü (HCV) 7 ana genotip ve 100’den fazla alt tiple yüksek genetik heterojeniteye sahiptir. Nüfus hareketlilikleri genotip oranlarında oynamalara neden olduğu için epidemiyolojik verilerin düzenli güncellenmesi ihtiyacı doğmaktadır. Bu yazının amacı HCV genotip verilerini ortaya koymak, yaş ve cinsiyet ile ilişkisini irdelemek, risk faktörlerine göre genotip dağılımını belirlemektir
YÖNTEM ve GEREÇLER: Retrospektif/tek merkezli olan çalışmamızda 2017-2021 tarihleri arasında, 95 HCV hastası çalışmaya dahil edildi. Hastaların Anti HCV, HCV RNA polimeraz zincir reaksiyonu (PCR) ve HCV genotip durumu kaydedildi. HCV RNA PCR testi pozitif saptanan hastaların HCV genotiplendirmesinde Abbott Real Time HCV Genotype II genotipleme kiti kullanıldı.
BULGULAR: Çalışmaya 56 (59%) erkek ve 39 (41%) kadın hasta dahil edildi. Her iki cinsiyet incelendiğinde en yaygın genotip 1b (%65,3), ikinci sıklıkta genotip 3 (%16,8) ve genotip 1a (%13,7) olduğu görüldü. Hastalar arasında genotip 2 (%2,1) ve genotip 4 (%2,1) en az görülen genotiplerdi. HCV genotip türü ve cinsiyet açısından istatiksel olarak anlamlı bir fark izlenmedi. Ancak genotip türü ve yaş açısından değerlendirildiğinde istatiksel olarak anlamlı fark bulunmaktaydı (p< 0,001). Hastaların en sık görülen olası bulaş yolu cerrahi operasyon varlığı olup (%45,3), bu grupta en çok genotip 1b olduğu görüldü. Diyaliz 19 (%20) ve İntravenöz (IV) uyuşturucu kullanımı 16 (16.8%) sık görülen bulaş yolları arasında yer alırken; dental girişim, kan transfüzyonu, aile içi bulaş ve cinsel ilişki ile bulaşın daha az sıklıkta görüldüğü saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: HCV genotiplerinin ve bulaş yollarının belirlenerek bölgesel verilerin düzenli bildirilmesi epidemiyolojik verilere katkı sağlayacaktır. Bu durum HCV’ ye yönelik sağlık politikalarının geliştirilmesi ve HCV’nin ortadan kaldırılması adına yol gösterici olacaktır.
INTRODUCTION: With 7 primary genotypes and more than 100 subgroups, the hepatitis C virus (HCV) exhibits considerable genetic variability. Due to changes in genotype rates brought on by population migrations, epidemiology data must be updated regularly. This article's aims are to present HCV genotype data, investigate the link between age and gender, and establish the genotype distribution in relation to risk variables.
METHODS: Between 2017 and 2021, 95 HCV patients were included in this retrospective, single-center investigation. Anti HCV, HCV RNA polymerase chain reaction results (PCR) and HCV genotype status of the patients were recorded. Abbott Real Time HCV Genotype II genotyping kit was used for HCV genotyping of patients with positive HCV RNA PCR test.
RESULTS: 56 (59%) male and 39 (41%) female patients were included in the study. When both genders were examined, it was discovered that genotype 1b (65.3%) was the most common genotype. The least frequent genotypes among the patients were genotype 2 (2.1%) and genotype 4 (2.1%). Regarding HCV genotype type and gender, no statistically meaningful variation was found. However, the evaluation made in terms of genotype type and age showed a statistically significant difference (p 0.001). The most common possible transmission route of the patients was the presence of surgical operation (45.3%), and genotype 1b was the most common in this group.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Determination of HCV genotypes and transmission routes and regular reporting of regional data will contribute to epidemiological data. This will guide the development of health policies for HCV and the elimination of HCV.

6.Osteoarticular Involvements and Autoantibody Frequency in Patients With Brucellosis
Fatih Yıldız
doi: 10.5505/vtd.2023.25407  Pages 339 - 346
GİRİŞ ve AMAÇ: Bruselloz, osteoartiküler (OA) bulguları olan kronik enfeksiyon hastalığıdır. Endemik bölgelerde bruselloz ve romatolojik hastalık ayrımı yapmak zordur. Bu çalışmada romatoloji bölümünde brusellla tanısı alan hastaların klinik bulgularını ve otoantikor sonuçlarını bildirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmaya, “Bruselloz’’ tanılı 18 yaş üstü 92 hasta alındı. Tüm hastaların sistemik ve eklem muayeneleri yapıldı. Klinik bulgular varlığında, standart tüp aglütinasyon testi ≥1: 160 saptananlar aktif brusella kabul edildi. Fizik muayenede veya manyetik rezonans görüntüleme ile artrit, atralji, tenosinovit-bursit, spondilit/spondilodiskit ve sakroiliit saptananlar ve bel veya kalça ağrısı olanlar kaydedildi. Tam kan sayımı, serum C-reaktif protein (CRP) ve Eritrosit sedimantasyon hızı (ESH) ve otoantikor; RF, anti-CCP, ANA ve anti-DNA sonuçları değerlendirildi.
BULGULAR: Doksan iki hastanın (Kadın: 54,%58,7) yaş ortalaması 39,3±13 yıldı. OA bulgular; atralji %90,2, artrit %33,7 (mono-oligoartrit (%77,4), miyalji %28,2, sakroiliit %25 (%78 aktif) ve spondilodiskit %6,5 oranında saptandı. Ortanca tedavi süresi 12 hafta idi. CRP ve ESH ortalamaları, 2,1 mg\dL (0-0,8) ile 19 mm/saat idi. Otoantikor profili; RF 12 (%13), Anti-CCP 5 (%5,4), ANA 7 (%7,6) hastada pozitif idi. Anti-DNA pozitif olan hasta yoktu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Anti-CCP pozitiflik oranı literatüre göre daha düşük, RF ve ANA pozitifliği ise benzerdi. Küçük eklemlerin simetrik tutulumu, daha yüksek CRP ve yüksek titrede otoantikor pozitifliği varsa romatolojik hastalık gelişme riski yüksekti.
INTRODUCTION: Brucellosis is a chronic infectious disease with osteoarticular (OA) manifestations. It is difficult to distinguish between brucellosis and rheumatologic diseases in endemic areas. In this study, we aimed to report the clinical findings and autoantibody results of patients diagnosed with brucellosis in the rheumatology department.
METHODS: In this study, 92 patients over the age of 18 with the diagnosis of "Brucellosis" were included. All patients' systemic and joint examinations were performed. In the presence of clinical signs, those with a detected value of ≥1: 160 on the standard tube agglutination test were considered to be active brucellosis. Those with arthritis, arthralgia, tenosynovitis-bursitis, spondylodiscitis and sacroiliitis were detected on examination or magnetic resonance imaging, and those with low back or hip pain were recorded. Complete blood count,C-reactive protein (CRP) and erythrocyte sedimentation rate (ESR) and RF, anti-CCP, ANA and anti-DNA results were evaluated.
RESULTS: The mean age of ninety-two patients (Female: 54, 58.7%) was 39.3±13 years. In the OA findings; arthralgia was detected with a ratio of 90.2%, arthritis with 33.7%, myalgia with 28.2%, sacroiliitis with 25% and spondylodiscitis with 6.5%. CRP and ESR means were 19 mm/h with 2.1 mg\dL. RF was positive in 12 (13%), Anti-CCP in 5 (5.4%), ANA in 7 (7.6%).There were no patients with anti-DNA positivity. The median treatment duration was 12 weeks.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The anti-CCP positivity was lower than in the literature, and RF and ANA positivity were similar. Symmetrical involvement of small joints, higher CRP and high titer autoantibody positivity were at a higher risk of developing rheumatologic disease.

7.How do the Different Levels of Femoral Osteotomy Applied for Femoral Shortening and/or Derotation in the Treatment of DDH Affect Radiological and Clinical Outcomes
Tülin Türközü, Suna Akkol
doi: 10.5505/vtd.2023.79158  Pages 347 - 353
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, 2 yaş üstü gelişimsel kalça displazili (GKD) hastaların combine cerrahi tedavisinde uygulanan farklı femoral osteotomi seviyeleri karşılaştırıldı. Cisim ve subtorakanterik bölgeden yapılan osteotomilerin avantaj ve dezavantajlarının belirlenmesi ve kalça gelişimine etkisinin radyolojik ve klinik olarak değerlendirilmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Açık redüksiyon, Pemberton perikapsüler osteotomi (PPO) ve femoral osteotomi uygulanan 2 yaş ve üstü GKD’li hastalar çalışmaya dahil edildi. Tıbbi kayıtlardan hastaların demografik bilgileri, klinik değerlendirmeleri ve radyolojik sonuçları elde edildi. Ayrıca radyasyon maruziyeti (floroskopik görüntü sayısı), operasyon süresi, komplikasyonların varlığı değerlendirildi. Kalçalar femoral osteotomi seviyesine göre, cisim (grup 1) ve subtorakanterik (grup 2) olarak iki gruba ayrıldı. Preoperatif kalça çıkığının derecesini değerlendirmek için Tönnis sınıflandırma sistemi kullanıldı. Radyolojik değerlendirmede Severin kriterleri, klinik değerlendirme modifiye McKay değerlendirme kriterleri kullanıldı. Avasküler nekroz (AVN) değerlendirmesinde ise Kalamachi ve MacEwen kriterleri tercih edildi.
BULGULAR: 46 kalçadan 21 kalça cisim grubunda, 26 kalça subtorakanterik gruptaydı. Yaş, Tönnis kalça tipi, ameliyat öncesi asetabular index (Aİ), ameliyat sonrası Aİ, ameliyat öncesi kollodiafizer açı, ameliyat sonrası kollodiafizer açı ve derotasyon derecesi açısından gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu ( p>0.05). Takip süresi bakımından gruplar arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlıydı. Grup 1, grup 2’ye göre daha kısa takip süresine sahipti. Oransal olarak grup 1 deki klinik sonuçlar grup 2 ye göre daha iyi olsa da gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p=0.1264). Radyolojik sonuçlar açısından gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptandı (p=0.0008). Grup 1’de hiçbir kalçada AVN saptanmazken grup 2 de 8 kalçada AVN saptandı. Gruplar arasında femur başı AVN bakımından fark istatistiksel olarak anlamlıydı (p=0.0043). Operasyon süresi ve radyasyon maruziyeti açısından gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark vardı (p<0,0001). Hiçbir olguda subluksasyon veya redislokasyon gelişmedi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Femoral kısaltma ve derotasyon için cisim bölgesinden yapılan femoral osteotomi, AVN riskini artırmaksızın 2 yaş üstü GKD’li çocukların tedavisinde, alternatif bir cerrahi procedür olarak kullanılabilir
INTRODUCTION: In the present study, different femoral osteotomy levels applied in the combined surgical treatment of the patients aged over 2 years with developmental dysplasia of hip (DDH) were compared. It was aimed to determine the advantages and disadvantages of the osteotomies performed at the shaft and subtrochanteric regions of the femur and to evaluate their radiological and clinical impact on hip development.
METHODS: The study included the patients aged over 2 years with DDH who were applied open reduction, Pemberton pericapsular osteotomy and femoral osteotomy. The demographic information, clinical evaluations and radiographic results of the patients were applied from the medical records. In addition, radiation exposure (the number of fluoroscopic images), operation duration and present of complications were evaluated. The hips were divided into two groups based on the level of femoral osteotomy as shaft (group 1) and subtrochanteric (group 2) groups. The Tönnis Classification System was used to assess the grade of preoperative hip dysplasia. Radiological evaluation was performed according to Severin’s criteria while modified McKay’s criteria was applied for clinical evaluation. Kalamachi and MacEwen’s criteria were preferred for evaluation of avascular necrosis (AVN).
RESULTS: Of the 46 hips, 21 hips were in the body group and 25 hips were in the subthoracanteric group. No statistically significant difference was present between the groups in terms of age, Tönnis type of hip dysplasia, preoperative acetabular index, postoperative acetabular index, preoperative collo-diaphyseal angle, postoperative collo-diaphyseal angle and derotation grade (p>0.05). The difference between the follow-up durations of the groups was statistically significant. The follow-up duration of the group 1 was shorter than the group 2. Although, clinical results in the group 1 were proportionally better than the group 2, no statistically significant difference was determined between the groups (p= 0.1264). A statistically significant difference was detected between the groups in terms of radiological results (p= 0.0008). AVN was found in none of the hips in the group 1 whereas 8 hips were detected with AVN in the group 2. The difference between the groups regarding femoral head AVN was statistically significant (p=0.0043). There was a statistically significant difference between the groups in terms of operation duration and radiation exposure (p<0.0001). Subluxation or redislocation developed in none of the cases.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Femoral osteotomy performed for femoral shortening and derotation at the region of femoral shaft can be used as an alternative surgical procedure without increasing the risk for AVN in the pediatric patients aged over 2 years with DDH.

8.Recent Situation in Emergency Department Admissions of Convicted Patients, a Retrospective Multicenter Study
Cüneyt Arıkan, Rezan Karaali, Omay Sorgun
doi: 10.5505/vtd.2023.37043  Pages 354 - 360
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı acil servise başvuran hükümlü hastaların klinik karakteristiklerini belirlemek ve ikinci ve üçüncü basamak hastaneler arasında hükümlü hastalara sunulan acil servis hizmetlerinin benzer ve farklı yönlerini karşılaştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çok merkezli ve retrospektif olarak tasarlanan bu araştırmaya 2021-2022 yıllarında belirtilen hastanelerin acil servisine başvuran 18 yaş ve üzeri hükümlü hastalar dahil edildi. 18 yaş altındakiler ve verileri eksik olan hastalar çalışma dışı bırakıldı. Olguların tıbbi dosyaları incelenerek demografik özellikleri, acil servise başvurduğu saat, acil triyaj kodu, başvuru şikayeti, teşhis, konsültasyon, klinik sonlanımı ve acil servise 24 saat içinde tekrar başvurusu olup olmadığı kaydedildi.

BULGULAR: Olguların 1415’i (%81,2) ikinci basamak, 327’si (%18,8) üçüncü basamak hastanede tedavi edilmişti. İkinci basamakta yeşil kodlu (%62,4), üçüncü basamakta ise sarı (%64,2) ve kırmızı kodlu (%26,6) hasta başvurusu daha fazlaydı (sırasıyla p=0.001, p=0.001, p=0.001). Her iki hastanede de en sık başvuru şikâyeti darptı (%19,7- %30). Üçüncü basamakta fraktür tanısı 2. basamağa göre daha sıktı (p=0.001). Üçüncü basamak hastanede konsültasyon istenen hasta oranı, servise yatış, yoğun bakım ünitesine kabul ve acil operasyona alınan hasta oranı ikinci basamağa göre daha fazlaydı (sırasıyla p=0.001, p=0.001, p=0.001, p=0.001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hükümlü hastaların her iki hastaneye de en sık başvuru nedeni travma olup, büyük çoğunluğu şiddet içeren davranışlarla ilişkilidir. Bununla birlikte ikinci ve üçüncü basamak hastanelere başvuran hükümlü hastalar arasında hastaların acil triyaj kodu, başvuru şikayetleri, konulan teşhisler, konsültasyonlar ve hasta sonlanımı açısından klinik farklılıklar vardır.
INTRODUCTION: The aim of this study is to determine the clinical characteristics of convicted patients admitted to the emergency department and to compare the similar and different aspects of emergency services offered to convicted patients between secondary and tertiary hospitals.
METHODS: This study was designed as a multicenter, retrospective cross-sectional. Convicted patients aged 18 and over who applied to the emergency departments of the hospitals mentioned in 2021-2022 were included in the study. The medical records of the cases were examined, and demographic characteristics, time of admission to the emergency department, emergency triage code, admission complaint, diagnosis, consultations, clinical outcomes, and any re-admissions to the emergency department within 24 hours were recorded.
RESULTS: Of the cases, 1415 (81.2%) were treated in the secondary care hospital and 327 (18.8%) were treated in the tertiary hospital. The cases with green code (62.4%) in the secondary hospital, and the cases with yellow (64.2%) and red codes (26.6%) in the tertiary hospital were more common (p=0.001,p=0.001,p=0.001, respectively). The most common complaint in both hospitals was physical assault (19.7%-30%). Consultation requests, ward hospitalizations, intensive care unit admissions, and emergency surgeries were more frequent in the tertiary hospital compared to the secondary hospital (p=0.001 for all comparisons).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Trauma emerged as the primary reason for convicted patients seeking care at both hospitals, with a significant portion of cases being related to violent behaviors. Nonetheless, clinical differences exist between convicted patients admitted to secondary and tertiary hospitals, encompassing factors like emergency triage code, admission complaints, diagnoses, consultations, and patient outcomes.

9.Maternal and Perinatal Outcomes of Pregnant Women with and Without COVID-19 Infection
Aliye Nigar Serin
doi: 10.5505/vtd.2023.44788  Pages 361 - 366
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızda gebeliğinin herhangi bir döneminde COVID-19 geçiren gebelerle geçirmeyen gebelerin maternal ve obstetrik sonuçlarını değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamıza COVID-19 pandemisinin başından itibaren 1,5 yıl süreyle Karaman Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum kliniğinde normal vajinal yolla veya sezaryen ile doğum yapan tüm gebelerin verileri ve yenidoğan sonuçları hastane veri kayıt sisteminden toplanmıştır.Herhangi bir dönemde COVID-19 enfeksiyonu geçiren ve geçirmeyen gebeler gruplara ayrılarak sonuçları karşılaştırılmıştır.
BULGULAR: Toplam 2989 doğum yapan gebenin 2918 ( %97.6)’i COVID-19 negatif,71 (%2.49)’i COVID-19 pozitifti.2500gr ve altında düşük doğum ağırlıklı bebek oranı,COVID-19 negatif gebelerde %13.1 iken;COVID-19 pozitif gebelerde %42.2, 2.trimester COVID-19 pozitif gebelerde %45.2, 3.trimester COVID-19 pozitif gebelerde %59.3 olup istatistiksel açıdan anlamlı olarak daha yüksekti.37 hafta ve altı erken doğum yapan gebe oranı COVID-19 negatif gebelerde %13.3 iken;COVID-19 pozitif gebelerde %22.5, 1.trimester COVID-19 pozitif gebelerde %30.8,2.trimester COVID-19 pozitif gebelerde %16.1,3.trimester COVID-19 pozitif gebelerde %25.9 olup daha yüksekti. Yenidoğan yoğun bakım ihtiyacı, intrauterin ex oranı ve sezaryen doğum oranları COVID-19 pozitif gebelerde daha yüksek olup, 3.trimester COVID-19 pozitif gebelerde en yüksekti.Fetal distrese bağlı sezaryen doğum oranı COVID-19 negatif gebelerde %27.1 iken COVID-19 pozitif gebelerde %34.6 ve en yüksek fetal distrese bağlı sezaryen doğum oranı 3.trimester gebelerdedir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: COVID-19 pandemisi bitmiş gibi görünse de gebelerde görülen COVID-19 benzeri semptomlar hala kadın doğum uzmanlarını tedirgin etmektedir.Aşılanma durumu artmasına rağmen hala aşı karşıtları ve aşısız gebeler mevcuttur.Nitekim aşılamaya rağmen COVID-19 pozitif gebelikler tespit edilmiştir.Özellikle üçüncü trimesterde ciddi olarak artan neonatal ve maternal olumsuz sonuçlar nedeniyle, son dönem gebeliklerde semptomlar varsa COVID-19 varlığı düşünülmeli ve rutin COVID-19 yaklaşımına dikkatle devam edilmesi önerilir.
INTRODUCTION: We aimed to evaluate the maternal and obstetric outcomes of pregnant women with and without COVID-19 infection in any period of their pregnancy.
METHODS: Maternal and neonatal results of all pregnant women who gave birth in Karaman Training and Research Hospital Gynecology and Obstetrics clinic for 1.5 years from the beginning of the COVID-19 pandemic were collected from the hospital data recording system.Pregnant women with or without COVID-19 infection were divided into groups and their results were compared.
RESULTS: A total of 2,989 pregnant women gave birth,of which 2,918(97.6%) tested negative for COVID-19, and 71 (2.49%)tested positive.The rate of low birth weight newborn (2500g and below) was 13.1% in COVID-19 negative pregnant,while it was 42.2% in COVID-19 positive pregnant (59.3% in the 3rd trimester).The rate of preterm births (37 weeks and below) was 13.3% in COVID-19 negative pregnant,while it was 22.5% in COVID-19 positive pregnant.The need for neonatal intensive care,Intrauterine ex rate and cesarean delivery rates were higher in COVID-19 positive pregnant women,and they were highest in the third trimester.While the rate of cesarean section due to fetal distress is 27.1% in COVID-19 negative pregnant women,34.6% in COVID-19 positive pregnant women and the highest cesarean delivery rate due to fetal distress was in third trimester pregnant.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Although the COVID-19 pandemic seems to be over,COVID-19-like symptoms in pregnant women still make obstetricians nervous.Despite the increase in vaccination status,there are still unvaccinated pregnant women.Due to severe neonatal and maternal adverse outcomes,especially in the third trimester,the presence of COVID-19 should be considered.

10.The Relationship Between APACHE II Score and Immunological Parameters in Intensive Care Patients
Tuna Albayrak, Ali Muhtaroğlu
doi: 10.5505/vtd.2023.47427  Pages 367 - 373
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada immünolojik parametreler, özellikle fibrinojen albümin oranı (FAR), trombosit-lenfosit oranı (PLR) ve nötrofil-lenfosit oranı( NLR) ile kritik yoğun bakım ünitesi (YBÜ) hastalarında yaygın olarak kullanılan akut fizyoloji ve kronik sağlık değerlendirmesi (APACHE) II skorlama sistemi arasındaki ilişkinin araştırılması amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya Ocak 2023 ile Temmuz 2023 tarihleri arasında yoğun bakım ünitesinde yatan ve 28 günlük mortaliteleri değerlendirilen 166 hasta dahil edildi. Hastalar iki gruba ayrıldı: 53 hastadan oluşan Grup M (mortalite) ve 113 hastadan oluşan Grup S (sağkalım). Gruplar arasında hastaların immünolojik parametreleri istatistiksel olarak analiz edildi.
BULGULAR: APACHE II skoru, fibrinojen, laktat ve fibrinojen/albümin oranı mortaliteyle ilişkili bağımsız parametreler olarak belirlendi. ROC analizi ile APACHE II skoru, fibrinojen, laktat ve fibrinojen/albümin oranı için mortaliteyi tahmin etmeye yönelik optimal kesme noktalarını belirlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışma APACHE II skoru ile fibrinojen, laktat ve fibrinojen/albümin oranı gibi immünolojik parametreler arasında anlamlı bir korelasyon olduğunu ortaya koydu. Bu bulgular mortaliteyi tahmin etmek için kullanılabilir.
INTRODUCTION: In this study, the aim was to investigate the relationship between immunological parameters, specifically the fibrinogen/albumin ratio, neutrophil/lymphocyte ratio, platelet/lymphocyte ratio, and the widely used acute physiology and chronic health assessment (APACHE) II scoring system in critically ill patients in the intensive care unit.
METHODS: The retrospective analysis included 166 patients admitted between January 2023 and July 2023, evaluating their 28-day mortality. The patients were categorised into groups: Group M (mortality), with 53 patients and Group S (survival) with 113 patients. The immunological parameters of the patients between the groups were analyzed statistically.
RESULTS: APACHE II score, fibrinogen, lactate, and fibrinogen/albumin ratio were identified as independent parameters associated with mortality. The ROC analysis determined the optimal cutoff points for predicting mortality for APACHE II score, fibrinogen, lactate, and fibrinogen/albumin ratio.

DISCUSSION AND CONCLUSION: This study revealed a significant correlation between APACHE II score and immunological parameters, including fibrinogen, lactate, and fibrinogen/albumin ratio. These findings can be used to predict mortality.


11.Investigation of Antibiotic Susceptibilities in Carbapenem-Resistant Klebsiella pneumoniae and Escherichia coli Strains Isolated from Clinical Samples: A Four-Year Analysis in a Comprehensive Healthcare Facility
Çiğdem Mermutluoğlu, Elif Zelal Çiftçi, Nida Özcan, Saim Dayan
doi: 10.5505/vtd.2023.78972  Pages 374 - 381
GİRİŞ ve AMAÇ: Güneydoğu Anadolu'da geniş bir sağlık hizmeti yelpazesi sunan hastanemizde, karbapenem dirençli Enterobacterales (KDE) profilinin ve antibiyotik duyarlılıklarının analizi yapıldı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu retrospektif çalışmaya 2019-2022 yılları arasında xxxxxx Hastanesi'ne başvuran hastalardan izole edilen karbapenem dirençli Klebsiella pneumoniae (KDKP, 1022 izolat) ve karbapenem dirençli E. coli (KDEC, 700 izolat) dahil edildi. İzolat tiplemesi ve antibiyotik duyarlılık profilleri BD Phoenix otomatik sistem (Becton Dickinson, ABD) kullanılarak belirlendi ve kolistin duyarlılığı için Diagnostics MIC-COL test kiti (Diagnostics, Slovakya) kullanıldı.
BULGULAR: Toplam 1022 KDKP izolatının 663'ü (%64.9) yoğun bakım ünitelerinden, 207'si (%20.2) yataklı servislerden ve 152'si (%14.9) poliklinik hastalarından elde edildi. KDKP izolatları için en duyarlı antibiyotikler sırasıyla seftazidim-avibaktam (CZA) (%57), gentamisin (%51) ve amikasin (%40) olarak bulundu. CZA, kolistin, trimetoprim-sülfametoksazol (SXT), tobramisin, meropenem, imipenem ve levofloksasin duyarlılıklarında yıllar arasında istatistiksel olarak anlamlı değişiklikler gözlendi (p<0.05). Toplam 700 KDEC izolatının 258'i (%36.9) yataklı servislerden, 229'u (%32.7) yoğun bakım ünitelerinden ve 213'ü (%30.4) poliklinik hastalarından elde edildi. İmipenem, tobramisin, SXT, levofloksasin, sefepim, ampicilin-sulbaktam (AMP-SM) ve sefuroksim duyarlılıklarında yıllar arasında istatistiksel olarak anlamlı değişiklikler gözlendi (p<0.05). İzolatların %80'inden fazlası amikasine duyarlıydı ve %60'tan fazlası gentamisin, imipenem, kolistin ve CZA'ya duyarlıydı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sağlık merkezlerinde karbapenem direnci ile ilgili bölgesel verilerin sunumu ve KDE'ye özgü antibiyotik direnç/duyarlılık durumunun anlaşılması önemli bölgesel epidemiyolojik veri sağlamasının yanı sıra ampirik tedavi kararlarını yönlendirmek için de hayati öneme sahiptir.
INTRODUCTION: The profile of carbapenem-resistant Enterobacterales (CRE), antibiotic susceptibilities were analyzed in our hospital providing a wide range of healthcare services in Southeastern Anatolia.
METHODS: This retrospective study included carbapenem-resistant Klebsiella pneumoniae (CRKP, 1022 isolates) and carbapenem-resistant E. coli (CREC, 700 isolates) isolated from patients admitted to xxxxxx Hospital between 2019 and 2022. Isolate typing and antibiotic susceptibility profiles were determined using the BD Phoenix automated system (Becton Dickinson, USA), and the Diagnostics MIC-COL test kit (Diagnostics, Slovakia) was used to determine colistin susceptibility.
RESULTS: Out of the total 1022 CRKP isolates, 663 (64.9%) were obtained from intensive care units, 207 (20.2%) from inpatient clinics, and 152 (14.9%) from outpatient clinics. The most sensitive antibiotics for CRKP isolates were found to be ceftazidime-avibactam (CZA) (57%), gentamicin (51%), and amikacin (40%), respectively. Statistically significant changes in susceptibilities to CZA, colistin, trimethoprim-sulfamethoxazole (SXT), tobramycin, meropenem, imipenem, and levofloxacin were observed over the years (p<0.05). Among the total 700 CREC isolates, 258 (36.9%) were obtained from inpatient clinics, 229 (32.7%) from intensive care units, and 213 (30.4%) from outpatient clinics. Statistically significant changes in susceptibilities to imipenem, tobramycin, SXT, levofloxacin, cefepime, ampicillin-sulbactam (AMP-SM), and cefuroxime were observed over the years (p<0.05). Over 80% of the isolates were susceptible to amikacin, and over 60% were susceptible to gentamicin, imipenem, colistin, and CZA.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Presentation of regional data on carbapenem resistance in health centers and understanding of antibiotic resistance/susceptibility specific to CSI are vital to guide empirical treatment decisions as well as provide important regional epidemiological data.

12.Can Electrophysiological Findings Predict Functional Outcomes in Critical illness Neuromyopathy due to COVID-19?
Mustafa Onur Yıldız
doi: 10.5505/vtd.2023.60430  Pages 382 - 389
GİRİŞ ve AMAÇ: Şiddetli koronavirüs hastalığı 2019 (COVID-19) enfeksiyonu geçiren hastalar nörolojik komplikasyonlar geliştirme açısından risk altındadır. Kritik hastalık nöromiyopatisi uzun vadede en önemli nörolojik komplikasyonlardan biridir ve ciddi bir morbidite sebebidir. Çalışmamız, COVID-19 hastalarında kritik hastalık nöromiyopatisinin klinik ve elektrofizyolojik özelliklerini karakterize etmeyi amaçladı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ekim 2020-Aralık 2022 tarihleri arasında Erzurum Şehir Hastanesi nörofizyoloji laboratuvarına COVID-19 enfeksiyonu sonrası yoğun bakımın edinilmiş güçsüzlüğü gelişmesi nedeniyle başvuran hastalar retrospektif olarak değerlendirildi. Elektrofizyolojik bulgular ile hastaların toplam kas gücü ve Barthell günlük yaşam aktivite skorları arasındaki ilişki karşılaştırıldı.
BULGULAR: Kritik hastalık tanısı alan 22 hasta çalışmaya alınmıştır. Sekiz hastada kritik hastalık nöropatisi, 4 hastada kritik hastalık miyopatisi ve 10 hastada kritik hastalık nöromiyopatisinin elektrofizyoljik bulguları vardı. İlk tanı esnasında kritik hastalık nöromiyopatsi olan hastaların kas gücü ve Barthell skorları kritik hastalık nöropatisi veya kritik hastalık miyopatisi olan hastalara göre istatiksel olarak daha düşük izlendi. Elektromiyografide polinöropati derecesi ağırlaştıkça ve miyopatik kas sayısı arttıkça hastaların ilk tanı, 1. ve 6. aydaki kas gücü ve Barthell skorlarında istatiksel olarak anlamlı azalma izlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: COVID-19 hastalarında kritik hastalık nöromiyopatisinin elektrofizyolojik bulguları kısa ve orta vadedeki fonksiyonel sonlanıma ait bilgiler vermektedir. Bu nedenle kritik hastalık şüphesi olan hastalara erken dönemde elektrofizyolojik inceleme yapılmalı, hastalığın şiddeti tespit edilmeli ve tanı konulduktan hemen sonra rehabilitasyona başlanmalıdır.

INTRODUCTION: Patients with severe coronavirus disease 2019 (COVID-19) infections are at risk of developing neurological complications. Critical illness neuromyopathy is one of the most important neurological complications in the long term and a serious cause of morbidity. Our study aimed to characterize critical illness neuromyopathy's clinical and electrophysiological features in COVID-19 patients.


METHODS: Patients admitted to the neurophysiology laboratory of Erzurum City Hospital between October 2020 and December 2022 due to the development of intensive care unit-acquired weakness after COVID-19 infection were evaluated retrospectively. The relationship between electrophysiological findings, patients' total muscle strength, and Barthel index of daily living scores was compared.
RESULTS: Twenty-two patients diagnosed with critical illness were included in the study. Eight patients had critical illness neuropathy, four had critical illness myopathy, and ten had electrophysiological findings of critical illness neuromyopathy. Muscle strength and Barthell scores of patients with critical illness neuromyopathy at the time of first diagnosis were statistically lower than those with critical illness neuropathy or myopathy. As the degree of polyneuropathy worsened and the number of myopathic muscles increased in electromyography, a statistically significant decrease was observed in the muscle strength and Barthell scores of the patients at the first diagnosis, 1st, and 6th months.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Electrophysiological findings of critical illness neuromyopathy in COVID-19 patients provide information on functional outcomes in the short and medium term. Therefore, early electrophysiological study should be performed in patients with suspected critical illness, the severity of the disease should be determined, and rehabilitation should be started immediately after diagnosis.

13.The Impact of Anesthesia Method on Postoperative Cognitive Functions in Urological Surgeries: A Prospective Randomized Single-Blind Study
Nurettin Kurt
doi: 10.5505/vtd.2023.87522  Pages 390 - 395
GİRİŞ ve AMAÇ: Postoperatif kognitif disfonksiyon ameliyatlardan sonra bilişsel bozukluklara neden olmaktadır. Anestezi yönteminin kognitif disfonksiyona neden olabileceği belirtilmesine karşın hala yeterli kanıtlara ulaşılamamıştır. Bu çalışmada, ürolojik cerrahi uygulanan hastalarda genel ve spinal anestezinin postoperatif kognitif fonksiyonlar üzerine etkilerinin karşılaştırılması amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma elektif şartlarda ameliyatı yapılan ve ASA I-II-III (American Society of Anaesthesiology) risk grubu, 18-75 yaş arası 108 hasta üzerinde yapıldı. Hastalara operasyon için tercih edilecek anestezi yönteminden bağımsız, kör bir klinisyen tarafından preoperatif 24. saatte kognitif foksiyonları değerlendirmek amacıyla Mini Mental Test (MMT) uygulandı. Hastalara postoperatif 24. saatte ilgili serviste aynı bağımsız klinisyen tarafından MMT tekrarlandı. Preoperatif ve postoperatif ölçülen MMT puanları kaydedildi. Hastalar iki gruba ayrıldı. Genel anestezi verilenler Grup G, spinal anestezi uygulananlar Grup S olarak isimlendirildi. Çalışmaya dahil edilen vakaların demografik verileri, ameliyat süreleri ve MMT değerleri gruplara göre karşılaştırıldı.
BULGULAR: Çalışmaya dahil edilen 108 olgunun 80’i erkek (%74.1), 28’i kadın (%25.9) cinsiyetteydi. Kırk sekiz hastaya genel anestezi (Grup G), 60 hastaya ise spinal anestezi (Grup S) uygulandı. Gruplar arasında yaş, ASA ve komorbiditeler açısından anlamlı bir fark saptanmadı. Grup G’de kadın cinsiyet, Grup S’de ise erken cinsiyet oranı istatistiksel olarak anlamlı düzeyde daha yüksekti (p=0.014). Grup G’de ortalama ameliyat süresi (87.56 ± 28.15 dk) Grup S’ye (61 ± 18.91) göre anlamlı derecede uzundu (p=0.001). Her iki gruptaki tüm hastaların preoperatif ve postoperatif 24. saatte ölçülen MMT skorları karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Ürolojik cerrahi geçiren hastalarda kullanılan genel ve spinal anestezi yöntemleri arasında postoperatif kognitif disfonksiyonlar açısından anlamlı fark saptanmadı.
INTRODUCTION: Postoperative cognitive dysfunction contributes to cognitive impairments following surgeries.Despite the potential of anesthesia methods causing cognitive dysfunction,conclusive evidence remains elusive.This study aims to compare the effects of general and spinal anesthesia on postoperative cognitive functions in patients undergoing urological surgeries.
METHODS: 108 patients aged 18 to 75 years, who underwent elective surgeries,were included in this study.Regardless of the anesthesia method chosen for surgery, the Mini-Mental State Test (MMST) was administered by a clinician at 24 hours preoperatively to assess cognitive functions in a blinded manner. At postoperative 24 hours, the same independent clinician repeated the MMST assessment. Preoperative and postoperative MMST scores were recorded. Patients were categorized into two groups: Group G received general anesthesia,and Group S underwent spinal anesthesia.Demographic data,surgery durations,and MMST values of the included cases were compared between the groups.
RESULTS: Of the 108 included patients, 80 were male (74.1%) and 28 were female (25.9%). Forty-eight patients received general anesthesia (Group G), while 60 patients received spinal anesthesia (Group S).No significant differences were observed between the groups in terms of age,ASA classification,and comorbidities.The female-to-male ratio was statistically significantly higher in Group G,while the male-to-female ratio was higher in Group S (p=0.014). The average surgery duration in Group G (87.56±28.15 minutes) was significantly longer than that in Group S (61±18.91 minutes) (p=0.001).When comparing preoperative and postoperative 24-hour MMST scores in both groups,no statistically significant differences were observed.
DISCUSSION AND CONCLUSION: No significant differences were found in terms of postoperative cognitive dysfunction between the general and spinal anesthesia methods used in patients undergoing urological surgeries

14.Detection of MAFLD in Patients with Isolated AntiHBC Ig G Positive Hepatitis B Who Need Immunosuppressive Therapy
Çiğdem Mermutluoğlu, Mustafa Celen
doi: 10.5505/vtd.2023.94580  Pages 396 - 400
GİRİŞ ve AMAÇ: Güncel konsensüs yaklaşımı ile alkol dışı yağlı karaciğer hastalığı tanımı, “metabolik işlev bozukluğu ile ilişkili yağlı karaciğer hastalığı” (MAFLD) olarak değiştirilmiştir.Bu çalışmada çeşitli nedenlerden dolayı immunsupressif tedavi gereksinimi olan izole AntiHBC Ig G pozitif hepatit B hastalarında MAFLD varlığının araştırılması amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Izole AntiHBC Ig G pozitifliği olan ve romatolojik bir hastalık veya tümör gibi bir nedenden dolayı immünsüpressif tedavi gereksinimi olan 150 hastada tedaviye başlamadan önce MAFLD varlığının prospektif olarak araştırıldı. Tüm hastalar immünsupressif tedavi öncesinde Fibroscan M530 ile taranarak CAP değeri saptanmıştır. Eş zamanlı olarak kan lipid düzeyi, HOMA skoru, açlık insülin ve açlık kan şekerine bakıldı.
BULGULAR: İmmunsupressif tedavi gereksinimi olan ve izole AntiHBc IgG pozitiliği olan bu hastaların tamamına oral antiviral tedavi başlandı. Bu çalışmaya dahil edilen tüm hastalara fibroscan M530 ile CAP ölçümü yapıldı. Fibroscan ile yapılan incelemede fibrozis: 6,05 kPa olarak değerlendirildi. Aynı şekilde yapılan ölçümle hastalarda CAP değeri ortalaması 235,2 dB/m olarak ölçüldü. Bu durumda ortalama değeri olarak <248 dB/m altında olmasına karşın vakaların %28,1’inde MAFLD saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada karaciğer fibrozisi düşük ancak immunsupressif tedavi gereksinimli izole AntiHBc IgG pozitifliği olan ve HBV reaktivasyonunu engellemek için oral antiviral başlanacak hastaların %28,1’inde MAFLD varlığı görüldü.
INTRODUCTION: With the current consensus approach, the definition of non-alcoholic fatty liver disease has been changed to “fatty liver disease associated with metabolic dysfunction” (MAFLD). This study aimed to investigate the company of MAFLD in isolated AntiHBC Ig G positive hepatitis B patients who need immunosuppressive therapy for various reasons.
METHODS: The presence of MAFLD was prospectively investigated before starting treatment in 150 patients with isolated AntiHBC IgG positivity who needed immunosuppressive therapy for a reason such as a rheumatological disease or tumor. All patients were scanned with Fibroscan M530 before immunosuppressive therapy and CAP value was determined. Simultaneously, blood lipid level, HOMA score, fasting insulin and fasting blood glucose were measured.
RESULTS: Oral antiviral therapy was started in all patients who needed immunosuppressive therapy and had isolated AntiHBc IgG positivity. CAP was measured with fibroscan M530 in all patients included in this study.This situation is accepted as F: 0-1 according to metavir. The patients' average CAP value was 235.2 dB/m with the exact measurement. In this case, although the mean value was <248 dB/m, MAFLD was detected in 28.1% of the cases.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In this study, MAFLD was found in 28.1% of patients with low liver fibrosis but isolated AntiHBc IgG positivity requiring immunosuppressive treatment and to be started oral antiviral to prevent HBV reactivation.

15.Diagnostic Role of Intravesical Prostatic Protrusion and Visual Prostate Symptom Score in Lower Urinary Tract Symptoms in Male
Hüseyin Saygın, İsmail Emre Ergin, Abuzer Öztürk, Aydemir Asdemir, Arslan Fatih Velibeyoğlu, Esat Korgali
doi: 10.5505/vtd.2023.74301  Pages 401 - 408
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada erkek hastalarda mesane dolum ve boşaltım bozukluklarının, non-invaziv, etkili ve düşük maliyetli tanı yöntemleri ile değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Vizüel Prostat Semptom Skoru (VPSS) ve Uluslararası Prostat Semptom Skoru (IPSS) hastalar tarafından dolduruldu. Hastaların intravezikal prostat çıkıntısı (IPP), prostat hacmi ve işeme sonrası rezidüel idrarı (PVR) suprapubik ultrason ile ölçüldü. Üretral direnci hesaplamak için Mesane Çıkış Obstrüksiyonu Numarası (BOON) kullanıldı. BOON değeri -20'nin üzerinde olan hastalar obstrüktif kabul edildi.
BULGULAR: Bu çalışmaya 50 yaş ve üzeri 219 erkek hasta dahil edildi. BOON değeri -20'nin üzerinde olan hasta sayısı 34 (tıkanık) ve -20'nin altında olan hasta sayısı 61 (tıkanık değil) idi. Bu iki grup arasında PSA, prostat hacmi, IPP, Qmax, PVR, IPSS ve VPSS açısından anlamlı fark vardı. IPSS ve VPSS'nin korele olduğu görüldü (r=0,786, p=0,001). IPSS ile VPSS'nin obstrüktif (r=0,779, p=0,000) ve irritatif semptomları (r=0,813, p=0,000) arasında da korelasyon olduğu görüldü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Alt üriner sistem semptomlarının tanısında VPSS, IPSS'e eşdeğer bulundu (p=0,001). IPP; IPSS, VPSS ve BOON ile ilişkili olan önemli, pratik ve non-invaziv bir yöntemdir.
INTRODUCTION: In this study, it was aimed to evaluate non-invasive, effective and low-cost diagnostic methods of bladder filling and voiding abnormalities in male patients.
METHODS: Visual Prostate Symptom Score (VPSS) and the International Prostate Symptom Score (IPSS) were completed by the patients. Patients’ intravesical prostatic protrusion (IPP), prostate volume, and post voiding residual urine (PVR) were measured by suprapubic ultrasound. Bladder Outlet Obstruction Number (BOON) was used to calculate urethral resistance. Patients with a BOON value above -20 were considered obstructive.
RESULTS: This study included 219 male patients aged 50 years and over.The number of patients with a BOON value over -20 were 34 (obstructed) and below -20 were 61 (non-obstructed). There was a significant difference between these two groups in terms of PSA, prostate volume, IPP, Qmax, PVR, IPSS, and VPSS. It was observed that IPSS and VPSS were correlated (r=0.786, p=0.001). Obstructive (r=0.779, p=0.000) and irritative symptoms (r=0.813, p=0.000) of IPSS and VPSS were also observed to be correlated.
DISCUSSION AND CONCLUSION: VPSS was found to be equivalent to IPSS in the diagnosis of lower urinary tract symptoms (p=0.001). IPP is an important, practical, and non-invasive method that correlates with IPSS, VPSS, and BOON.

16.The Demographic, Clinical and Laboratory Characteristics of Patients with Allergic and Non-allergic Asthma in Van Province
Ali Can
doi: 10.5505/vtd.2023.43799  Pages 409 - 417
GİRİŞ ve AMAÇ: Astım, altta yatan çeşitli mekanizmalara bağlı olarak farklı klinik özelliklere sahip yaygın bir hastalıktır. Hastalığın yönetiminde astımın fenotipini belirlemek önemlidir. Bu çalışmada ***'daki astımlı hastaların klinik özelliklerini değerlendirmeyi ve alerjik olan ve olmayan astımlı hastaların özelliklerini karşılaştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Öykü, fizik muayene ve solunum fonksiyon testleri astım ile uyumlu 302 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların klinik ve laboratuvar bulguları yanında demografik özellikleri ve alerji testleri değerlendirildi. Hastaların klinik özellikleri alerjik ve alerjik olmayan astım olarak 2 gruba ayrılarak karşılaştırıldı.
BULGULAR: Hastaların %80'i kadın ve ortanca yaşı 35 idi. Alerji testlerinde en sık gözlenen solunumsal alerjenler polenler (%59) iken, bunu ev tozları (%55), küfler (%6) ve hayvan tüyleri (%3) takip etmekteydi. Hastaların yarısından fazlasında astım alerjik olarak saptandı (%57). Alerjik olmayan astımlı hastalarda hastalık süresi daha uzun ve hastalık daha şiddetli seyrederken; ailede alerjik hastalık öyküsünün varlığı ise alerjik astımlı hastalarda daha yüksek oranda bulundu (p=0,001, p=0,001 ve p=0,001, sırasıyla). Alerjik astımda total IgE düzeyleri belirgin olarak yüksek iken; eozinofil sayısı açısından ise anlamlı bir fark gözlenmedi (p=0,001 ve p=0,936, sırasıyla).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışma *** ilinde astımlı hastaların çoğunluğunun alerjik olduğunu ve polen alerjisinin en sık görülen alerjen tipi olduğunu ortaya koymuştur. Bu çalışmanın bulguları hekimlere astım fenotiplerini ayırt etmede yol gösterebilir ve bunun sonucu olarak astımlı hastaların yönetiminde daha başarılı tedavilere olanak sağlayacaktır.
INTRODUCTION: Asthma is a prevalent disease that can cause different clinical features due to various underlying mechanisms. Detecting different types of asthma is important in disease management. We aimed to compare the features of allergic and non-allergic patients and to assess the clinical characteristics of patients with asthma in ***.
METHODS: We included 302 adult patients with asthma with compatible history, physical examination and pulmonary function tests. We evaluated the demographic features and allergy test results in addition to clinical and laboratory findings on patients with asthma. The characteristics of the patients allocated into two groups with allergic and non-allergic, asthma were compared.
RESULTS: Among the patients, 80% were women and the median age was 35 years. Allergy tests indicated that the most frequently observed inhalant agents were pollens (59%), followed by house dusts (55%), molds (6%) and animal epitheliums (3%). More than half (57%) of the patients exhibited allergic asthma. Non-allergic asthma was correlated with longer disease duration and more severe disease while the presence of a family history of an allergic disease was higher in patients with allergic asthma (p=0,001, p=0,001 and p=0,001, respectively). Total IgE levels were significantly higher in allergic asthma, although there was no significant difference concerning eosinophil counts (p=0,001 and p=0,936, respectively).
DISCUSSION AND CONCLUSION: This study demonstrated that the majority of patients with asthma were allergic in ***, with pollen allergy being the most common. These findings can aid doctors in distinguishing asthma phenotypes. As a result, more successful treatments will be provided in managing patients with asthma.

17.Predictive Utility of Systemic Immune Inflammation Index (SII) in Identifying Endometrial Carcinoma in Premalignant Endometrial Lesions
Caner Köse, Büşra Körpe, Zehra Kurdoğlu, Hilal Kokmaz, Yaprak Engin-Ustun, Vakkas Korkmaz
doi: 10.5505/vtd.2023.54614  Pages 418 - 425
INTRODUCTION: It is important to detect endometrial cancer (EC) in endometrial intraepithelial neoplasia (EIN) patients. It was aimed to determine the role of systemic immune inflammation index (SII) in predicting concurrent EC in women with EIN.
METHODS: In this retrospective study, 429 women with EIN divided into three groups according to final histopathologic results: benign(n=151), EIN(n=152), and EC(n=126). Demographic and clinical data, pathologic and laboratory result were collected. Neutrophil-to-lymphocyte ratio (NLR), platelet-to-lymphocyte ratio (PLR), and SII index were calculated and compared among groups.
RESULTS: The SII, PLR and NLR values of benign, EIN and EC groups were compared and all values of EC group were the highest. The ROC analysis showed that although all markers had statistical significance, the AUC of SII was the highest. The SII score>0.67 (95%CI: 7.17-37.3) had a 16.35-fold, preoperative platelet count > 287 (95%CI: 1.91-6.2) had a 3.45-fold and age >49 years (95%CI: 1.97-5.92) had 3.42-fold increased risk for EC.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Although age and preoperative platelet count were found independent risk factors, SII was the strongest predictor for EC in women with EIN. SII can be used as a predictive marker for identifying concurrent EC or having risk for developing EC in women with EIN.

18.A New Parameter for Predicting Right Ventricular Dysfunction in Pulmonary Embolism: Immature Granulocytes
Mustafa Düger
doi: 10.5505/vtd.2023.97572  Pages 426 - 431
GİRİŞ ve AMAÇ: Pulmoner emboli; acil bir sağlık sorunu olup tanı geciktiğinde yüksek morbidite ve mortaliteye yol açmaktadır. Ayrıca hastalık ağırlığını erkenden saptamak ve uygun tedaviyi başlamak pulmoner emboliye bağlı komplikasyonları ve mortaliteyi önlemektedir. Son yıllarda zaman alıcı ve oldukça maliyetli tetkikler yerine her yerde ve her zaman kolaylıkla yapılabilen hemogram parametreleri ile pulmoner emboli ağırlığını belirleme çabaları artmıştır. Pulmoner emboli ağırlığını gösteren sağ ventikül disfonksiyonu ekokardiyografi ile belirlenir. Bu çalışmada; pulmoner embolide ekokardiyografi gerekliliğini taramak için hemogramdaki inflamatuar parametrelerin ve yeni bir parametre olan immatür granülositlerin sağ ventrikül disfonksiyonu ile ilişkisini araştırdık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Üniversite hastanesine 1 Ocak 2018- 1 Temmuz 2023 tarihleri arasında başvuran ve bilgisayarlı tomografi pulmoner anjiyografi ile pulmoner emboli tanısı konan 57 hasta çalışmaya alındı. Olguların demografik, ekokardiyografik, radyolojik ve laboratuvar verilerine hastane kayıtlarından ulaşıldı ve sonuçlar retrospektif olarak analiz edildi.
BULGULAR: Çalışmaya alınan 57 olgunun 36 (%63.2)’sı erkek, 21 (%36.8)’i kadındı. Sağ ventrikül disfonksiyonu olan 18 (%31.6), olmayan 39 (%68.4) olgu vardı. Olguların yaş ortalaması 52.39±15.56 idi. Sağ ventrikül disfonksiyonu ile immatür granülosit sayısı arasında anlamlı bir korelasyon saptandı (p˂ 0.05). Çok değişkenli lojistik regresyon analizinde sağ ventrikül disfonksiyonunu tahmin etmede immatür granülosit değerinin anlamlı ve bağımsız bir değişken olduğu saptandı (p˂ 0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak, tam kan sayımında bakılan immatür granülositlerin, pulmoner emboli ile ilişkisi incelendi. İmmatür granülosit artışının ilk kez pulmoner embolide sağ ventrikül disfonksiyonunu öngörmede anlamlı ve bağımsız bir değişken olduğu saptandı. Bu sonucun pulmoner emboli ağırlığını tahmin etmek ve sağ ventrikül disfonksiyonunu tarama gerekliliği için prognostik değeri olabileceği kanısındayız.
INTRODUCTION: Pulmonary embolism is an urgent health problem and causes high morbidity and mortality when diagnosis is delayed. In addition, detecting the severity of the disease early and starting appropriate treatment prevents complications and mortality due to pulmonary embolism. In recent years, efforts to determine the severity of pulmonary embolism with hemogram parameters that can be easily performed anywhere and anytime, instead of time-consuming and costly examinations, have increased. Right ventricular dysfunction, which indicates the severity of pulmonary embolism, is determined by echocardiography. In this study, we investigated the relationship between inflammatory parameters in the hemogram and immature granulocytes, a new parameter, with right ventricular dysfunction in order to screen for the necessity of echocardiography in pulmonary embolism.
METHODS: 57 patients admitted to the university hospital between January 1, 2018 and July 1, 2023 and diagnosed with pulmonary embolism by computed tomography pulmonary angiography were included in the study. Demographic, echocardiographic, radiological and laboratory data of the cases were obtained from hospital records and the results were analyzed retrospectively
RESULTS: Of the 57 patients included in the study, 36 (63.2%) were male and 21 (36.8%) were female. There were 18 (31.6%) patients with right ventricular dysfunction and 39 (68.4%) patients without. Mean age was 52.39±15.56. A significant correlation was found between right ventricular dysfunction and immature granulocyte count (p<0.05). In multivariate logistic regression analysis, immature granulocyte value was found to be a significant and independent variable in predicting right ventricular dysfunction (p˂ 0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: As a result, the relationship between immature granulocytes measured in complete blood count and pulmonary embolism was examined. For the first time, the increase in immature granulocytes was found to be a significant and independent variable in predicting right ventricular dysfunction in pulmonary embolism. We believe that this result may have prognostic value for estimating the severity of pulmonary embolism and the need to screen for right ventricular dysfunction.



19.Anesthesiologist Perspectives On Regional Analgesia İn The Treatment Of Postoperatif Pain; A National Survey Study
Elvan Tekir Yılmaz, Ali Altınbaş, Bilge Olgun Keleş
doi: 10.5505/vtd.2023.24478  Pages 432 - 438
GİRİŞ ve AMAÇ: Postoperatif ağrı tedavisi son yıllarda erken mobilizasyon ve taburculuğa etkilerinden dolayı anestezi uzmanları tarafından daha sık kullanılır olmuştur. Bu çalışmamızda anestezistlerin postoperatif analjezi de rejyonal teknikleri ve özellikle plan bloklarını tercih etmelerini etkileyen faktörleri araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Elektronik ortamda anestezi uzmanlarının 20 sorudan oluşan bir ankete cevap vermeleri istenmiştir. 215 hekim dijital ortamda anketimize katılmıştır. Katılımcıların demografik özelliklerinin, çalıştıkları kurumun ve çalışma koşullarının, aldıkları eğitimlerin tercihleri üzerinde etkisi olup olup omadığını belirleyecek sorulardan oluşan anketimize verilen yanıtlar değerlendirilmiştir.
BULGULAR: Katılımcıların mesleki yılları, yaşları ve ultrasonografi eğitimi alıp almamalarının ve ünvanlarının analjezi tercihlerini etkilediği bulundu. USG eğitimi alanların plan bloğu uygulama oranı %61,4 anlamlı yüksek bulundu (P=0,003). Hekimlerin %88,4’ü opiod, %84,2 si NSAİİ, %82,3’ü rejyonal analjezi yöntemlerini kullandıklarını belirtti.Ayrıca rejyonal blok yöntemlerinden en çok lomber epidural bloğu (%88.8) uyguladıklarını belirttiler. Rejyonal analjezi kullanımlarını kısıtlayan nedenleri, %49’u yoğunluk, %6,8’i komplikasyon riski olarak belirttiler.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Anestezi doktorları postoperatif analjezi amaçlı en çok opioid, NSAİİ ve rejyonal yöntemleri kullanmaktadırlar. Rejyonal yöntemlerden en sık epidural bloğu tercih etmektedirler. Yaş, mesleki yıl, USG eğitimi alıp almadıkları, ünvanları, yoğunluk ve fiziki faktörler de analjezi tercihlerinde belirleyici olmaktadır.
INTRODUCTION: In recent years, anesthesiologists have used Postoperative pain management more frequently due to its effects on early mobilization and discharge. In this study, we aimed to investigate the factors affecting anesthetists' preference for regional techniques and especially plane blocks in postoperative analgesia.
METHODS: Anesthesiologists were asked to answer a survey consisting of 20 questions electronically. Two hundred fifteen physicians fully replied to our survey digitally. The answers given to our survey, which consisted of questions to determine whether the demographic characteristics of the participants, the institution they work for, their working conditions, and the training they received impacted their preferences, were evaluated.
RESULTS: It has been determined that the participants' professional background, age, whether they have received USG training, and their titles affected their analgesia preferences.The plane block application rate was 61.4% higher in those who received USG training significantly (P = 0.003). 88.4% of the physicians said they used opioids, 84.2% used nonsteroidal anti-inflammatory drugs (NSAIDs), and 82.3% used regional analgesia methods. They also pointed out that they mostly applied lumbar epidural block procedure among the regional block methods,.(88.8%). The limiting reasons for using regional analgesia were 49% intensity, 6.8% the risk of complications.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Opioids, NSAIDs, and regional methods were commonly used for postoperative analgesia. An epidural block is the most preferred method among the regional methods. Age, professional years, whether they have received USG training, their titles, intensity, and physical factors also determine analgesia preferences.

20.Evaluation of Anterior and Posterior Clinoid Process Pneumatization with Sphenoid Sinus Types
Engin Düz, Özlem Düz, Kemal Yetiş Gülsoy, Serhat Burkay Öztürk, Semiha Orhan
doi: 10.5505/vtd.2023.69741  Pages 439 - 445
GİRİŞ ve AMAÇ: Sellar ve parasellar bölge tümörlerinin veya anevrizmalarının cerrahisinde, lezyonlara ulaşabilmek için, anterior klinoid proses (ACP) ve posterior klinoid proses(PCP) genellikle eksize edilmektedir. Güvenli bir klinoidektomi için bu yapıların anatomik varyasyonlarının iyi bilinmesi gerekmektedir. Çalışmamızda ACP, PCP ve sfenoid sinüsünün pnömotizasyonları ile ilgili varyasyonları araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma 15-93 yaş arası, 500 (245 kadın+ 255 erkek) olgunun, bilgisayarlı beyin tomografilerinin (BT) aksiyal, koronal ve sagittal planda rekonstrüksiyonu ile elde edilen görüntülerinin değerlendirilmesi ile gerçekleştirildi. Olguların ACP, PCP, sfenoid sinüs pnömotizasyonlarını ve pnömotizasyon tiplerini değerlendirilerek, bu varyasyonların birlikteliklerine bakıldı.
BULGULAR: Total olguda ACP pnömotizasyonu %24 olarak saptandı. ACP pnömotizasyonu, sağ %8,8, sol %6,4, bilateral %8,8 olarak olarak izlendi. Total olguda PCP pnömotizasyonu %7 saptandı. PCP pnömotizasyonu sağ %2,2, sol %2,2, bilateral %2,6 olarak olarak izlendi. ACP ve PCP pnömotizasyonu birlikteliği %5,8 olarak tespit edildi. Tüm olgularda, sfenoid sinüs tiplerinden en sık sellar tip (%44,2), en az ise konkal tip (%1,4) saptandı. ACP ve PCP pnömotizasyonları ise en sık, postsellar sfenoid sinüsü olan olgularda sırasıyla %19,2 ve %6,6 oranlarıyla tespit edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: ACP, PCP ve sfenoid sinüsün pnömotizasyonlarındaki varyasyonların bilinmesi, klinoidektomi sırasında oluşabilecek nörovasküler yaralanmaları ve postklinoidektomi beyin omurilik sıvısı(BOS) fistüllerinin oluşmasını önler. Bu yapıların preoperatif BT ile değerlendirilmeleri gerekir. Özellikle ACP ve PCP tip 3 pnömotize olgularda, BOS fistüllerinin oluşmaması için klinoidektomilerden kaçınmak gerekir.
INTRODUCTION: Anterior clinoid process (ACP) and posterior clinoid process (PCP) are usually excised for access to lesions in the surgery of sellar and parasellar tumors or aneurysms. Anatomical variations of these structures should be well known for a safe clinoidectomy. This study aimed to investigate the variations in pneumatization of ACP, PCP, and the sphenoid sinus.
METHODS: The study was conducted by evaluating the images acquired by axial, coronal, and sagittal plane reconstructions of cranial computed tomography (CT) of 500 (245 female and 255 male) patients aged 15-93 years. Evaluating ACP, PCP, and sphenoid sinus pneumatization and pneumatization patterns, the concurrent occurrence of these variations was examined.
RESULTS: ACP pneumatization was identified in 24% of the patients, with 8.8% being on the right, 6.4% on the left, and 8.8% bilaterally. PCP pneumatization was observed in 7% of the patients, with 2.2% being on the right, 2.2% on the left, and 2.6% bilaterally. The prevalence of concurrent CP and PCP pneumatization was 5.8%. ACP and PCP pneumatization was most frequently noted in patients with postsellar sphenoid sinus pneumatization, with rates of 19.2% and 6.6%, respectively.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The knowledge of variations in pneumatization of ACP, PCP and sphenoid sinus prevents neurovascular injuries that may occur during clinoidectomy and the formation of post-clinoidectomy cerebrospinal fluid (CSF) fistulas. These structures should be evaluated with preoperative cranial CT. Clinoidectomy should be avoided in order to prevent the formation of CSF fistulas, especially in cases of type 3 ACP and PCP pneumatization.

CASE REPORT
21.Crime Scene and Autopsy Findings in two Cases of Sudden Death Caused by Inhalation of Butane Gas
Erhan Kartal, Yasin Etli, Uğur Demir, Uğur Ata, Mahmut Asirdizer
doi: 10.5505/vtd.2023.56578  Pages 446 - 450
Solvent inhalasyonu halen dünya çapında gençlerin morbidite ve mortalitesinden sorumlu olan ve toplum üzerinde olumsuz etkileri bulunan önemli bir halk sağlığı sorunudur. Türkiye'de solvent inhalasyonu, sigara ve alkol bağımlılığından sonra en sık görülen madde kötüye kullanımı olup, bütan ve propanın en sık solunan maddeler olduğu bildirilmiştir. Bu çalışmada, biri intihar, diğeri kaza ile n-bütan solunması sonucu meydana gelmiş iki ölüm vakasının patoloji ve toksikolojik analiz sonuçları ile olay yeri bilgileri sunulmaktadır. Literatürde, bütan gazı solunmasına bağlı olarak hastaneye kaldırılan olgularda ve ölüm olgularında klinik bulgular ayrıntılı olarak tanımlanmış ise de, olay yeri ve otopsi bulgularını tanımlayan makale sayısı sınırlıdır. Bu olgu sunumunda, özellikle olay yeri ve ölü muayenesinde pratisyen hekimlerin karşılaşabilecekleri bulguların ve otopsi bulgularının tanımlanması amaçlanmıştır.
Sonuç olarak, ceset muayenesine katılan pratisyen hekimlerin doğru toksikolojik analizler ve ölüm sebebinin doğru tespit edilebilmesi için, olay yeri ve ceset üzerindeki bulgular konusunda dikkatli olmaları önemlidir. Bu hekimlerin, cesede yakın yerde bulunan tiner, yapıştırıcı veya gaz kaynağı, cesedin başına geçirilmiş naylon torba, cesedin yakınında veya giysilerinde bulunan kusmuk lekeleri gibi bulguların varlığı veya yokluğu konusunda adli tıp uzmanlarına ipuçları vermeleri gerekmektedir.
Solvent inhalation is still an important public health problem that is responsible morbidity and mortality of young people worldwide and has adverse effects on society. In Turkey, solvent inhalation is the most common substance abuse following smoking and alcohol addiction, and butane and propane have been reported to be the most frequently inhaled substances. In this study, the crime scene information is presented, with the pathology and toxicology analysis results of two cases of death due to inhalation of n-butane, one as suicide and the other accidentally. Although clinical findings were described in detail in cases hospitalized due to butane gas inhalation and in death cases, the number of articles describing crime scene and autopsy findings is limited. In this case report, it is aimed to describe of the findings that they may encounter during the crime scene and death examination, especially for general practitioners and autopsy findings of cases.
Consequently, it is important for the general practitioners participating in the corpse examination to be careful about the crime scene and the findings on the corpse, for accurate toxicological analyzes and accurate determination of the cause of death. These physicians should give clues to forensic experts about signs such as thinner, glue, or gas source near the corpse, a plastic bag placed on the head of the corpse, vomit stains near the corpse or on their clothing.

22.Does One Trigger The Other? Coexistence of Gout and Haglund: A Case Report
Senem Şaş, Fatmanur Aybala Koçak, Zeynep Karakuzu Güngör, Hatice Rana Erdem
doi: 10.5505/vtd.2023.93898  Pages 451 - 454
Topuk ağrısı, kas iskelet sistemi hastalıklarının sık karşılaşılan klinik durumlardandır. Topuk ağrısı enfeksiyöz, inflamatuar, mekanik ve vasküler nedenler ile oluşabilmektedir. Topuk ağrısının nedenlerinden biri olan Haglund deformitesi, kalkaneusun posterosuperior kısmında bulunan anormal kemik oluşumudur. Aşil entezopatisi, Haglund deformitesi ve posterior topukta oluşan lezyonlar Haglund Sendromu olarak değerlendirilmektedir. Haglund Sendromu tanısı klinik ve radyolojik olarak konulmaktadır. Haglund sendromunun tanısında radyolojik incelemede direkt grafi ve manyetik rezonans görüntüleme kullanılmaktadır. Ayak lateral grafisinde kemik çıkıntının görülmesi tanıyı desteklemektedir. Haglund Sendromunun, gut ve seronegatif spondiloartrit gibi romatizmal hastalıklar ile ayırıcı tanısı yapılmalıdır. Gut, hiperüriseminin neden olduğu dokularda monosodyum ürat kristallerin birikimiyle karakterize inflamatuar romatizmal bir hastalıktır. Bu yazıda, bilateral Haglund Sendromuna eşlik eden gut tanılı olgu güncel literatür eşliğinde sunulmuştur.
Heel pain is one of the common clinical conditions of musculoskeletal diseases. Heel pain can occur with infectious, inflammatory, mechanical and vascular causes. Haglund's deformity, one of the causes of heel pain, is an abnormal bone formation located in the posterosuperior part of the calcaneus. Achilles enthesopathy, Haglund deformity and lesions in the posterior heel are considered Haglund Syndrome. The diagnosis of Haglund Syndrome is made clinically and radiologically. In the diagnosis of Haglund syndrome, direct radiography and magnetic resonance imaging are used in radiological examination. The bony prominence on the lateral radiograph of the foot supports the diagnosis. The differential diagnosis of Haglund Syndrome with rheumatic diseases such as gout and seronegative spondyloarthritis should be made. Gout is an inflammatory rheumatic disease characterized by the accumulation of monosodium urate crystals in tissues caused by hyperuricemia. In this article, a case diagnosed with gout accompanying bilateral Haglund Syndrome is presented in the light of current literature.

ERRATUM
23.Correction

Page E1
Abstract |Full Text PDF

24.Correction

Page E2
Abstract |Full Text PDF

LookUs & Online Makale